Hikaye

GÜNEŞİN DİRİLİŞ SAATİ

Bir gece vaktinde feri kısılmış kıyı ile seyri kesişen Adem; göğsüne düşen rayihası uzaktan hoş gelen emanetini bir köşe dönmede indirmiş, sureti geçmiş sularda büyüttüğü yarasını taze durduğu yerden koparıp yollarca sırtında taşımaya bir meclis kurup kararlanmış. Bu yara nedir, bu boşluk, bu boşluğu büyüten nedir şimdiden bilinmez ancak bu meclisin üzerine katılan bilinçli eylemler kalbine değmez, suları geçmez, yüzünü güldürmez olmuş. Zaman gelip de farkındalık hazır bulunuşluğunu ilan ettiğinde kalbine hafiflik diye açtığını zannettiği o boşluk büyüdükçe büyüdüğünü göstermiş. Bazen boşluktayken de taşar, doluyken de boşa düşer ya insan; bu da vaziyetlerden böyle bir vaziyetmiş işte. O, zaman gelip de bu hissiyata çare aramak üzere yeniden başladığında önce bahsi geçen kıyıya varmış, o sulaktan da coğrafyalara yürümüş. İllere varmış, zamana danışmış, insana karışmış; yine de dermanı bulamamış. Sebebi bilinmeksizin sıcak ilinden ayaz illere vardığını duyan şehir halkı demiş de demiş ardından: ‘’Delidir yahut divane!’’ Adem, çareye susayan gönlünden bir teselli ile savurmuş bu denileni: ‘’Yazın kuşlar ne diye kışa göçesi!’’

Kış ikramının çözülüp suya karıştığı yerden, sırtında yükü, gönlünde deva sancısı, izini bıraka bıraka –ki arayanlar bulunmanın da arzusundadır- yol alıyordu. Bir güz mevsimine ilk defa gözlerini açtığı memleketinden ayrılmanın mahcubiyetiyle, suyun izini seçe seçe vardı bozkıra. Buna bir nebze gönül rahatlaması denilebilir onun nezdinden, bir tür vefa göstergesi. Neyse ki yokluğun o anlatılmaz acısını tadarak yolunda eğleşir iken, bir soluk alma tarifesinde bulduğu gölgelik kanadına çöküverdi. İnsan gölgelik bulmaya pek meyillidir; onu bir buldu mu, etrafını duymaya, seyretmeye ve hâline yaklaştırmaya da vakit seçmiş olur bir bakıma.

‘’Bizim oğlanı İstanbul’dan işe çığırdılar. Hanımla bir gururlandık, bir gururlandık. Ahşama can geldi ellam.’’

‘’Hayırlı olsun ağabey!’’

‘’Gözün aydın ağabey!’’

Bulunduğu yerin selamlık mesafesinde, bir kısmı kamelya kurmaya gayret eden, bir kısmı da çevre düzenlemesiyle uğraşan birkaç işçiye ilişti Adem’in gözü. İnsanların neşesine, heyecanına yarenlik edecek bir çatı tutma, rıza imkanlı bir nefeslik sunma fikri ansızın içine düştü. Yaşatmak… Bir an nimetten geldi ona, bir kelime nasıl hoşnutluk sadasıyla, nasıl bir yar edasıyla geçti dimağından, bunu hiçbir zaman anlatamayacak olmanın çaresizliğini hissetti. Kalbindeki boşluk hissi kendini hatırlatırcasına ‘ben buradayım bilesin’ diyedursun, Adem bir eliyle topraktan aldığı desteği vücudunda toplayıp ayaklandı, dağlar onu izledi, o yürüdü. Öyle ya, bozkır sahne oldu, dağlar misafir; kendi öyle oralı, öyle oradan.

Henüz yolun başında şahitlik ettikleriyle içine düşen yaşatma arzusu ona kendi devasının da tam buradan geçebileceğini düşündürüyordu. Rotasını seçip belirsizliği deliveren kaptanlar gibi açıldı seçtiği denizin sularına… Güneş, rıza saati ona ulaşıp da güne veda ediyorken yol erimiz Adem, gün içerisinde duyumsadıklarını zihninde bir yerlere oturtmaya çalışıyor, bir yandan da kendi kendine münazara veriyordu: Yaşatmak yaşamaktan evvel geliyor olabilir miydi? Yaşatmak, hizmet ehli olmak mıydı yıllar boyu yanı başından kaçırdığı ecza…

‘’Delikanlı! Delikanlı! Yolun nere gider akşamın bu vakti?’’ Bir iç savaşı erteleten, şivesi düzgün, hitabı pek yerinde, elli beş bilemedik altmış yaşlarında, yüzünde bozkırın izleri seçilen kır saçlı amca oldu.

‘’Nereye gittiğimi ben de bilmem.’’

Kır saçlı amcanın, onun yolcu olduğunu idrak edecek kadar yaşanmışlığı olduğu, ansızın yabancı olup olmadığını açık edecek sualler seçmemesinden bariz belli görünüyordu.

‘’Kalacak yerin var mıdır?’’

Adem utana sıkıla, biraz da gelecek davetin heyecanıyla, misafirliğinde bulunduğu teyzelerden bir çay daha isteyecekken annesinin gözlerini yoklayan çocuk endişesiyle,

‘’Yoktur.’’deyiverdiğinde,

‘’Buyur hele!’’ davetiyle baş başa kalıverdi.

Adem, amcanın ardından giderken muhabbete duyduğu özlemin ortaya çıkardığı heyecanı gizlemeye çalışarak, bir ailenin rahatça yaşayabileceği ancak sessizlikten de anlaşılacağı üzere bir kır saçlıya yuva olan evin eşiğini aşıp içeri girdi. Evin girişinden itibaren devam eden sofanın sessizliği, eksik birkaç ayak sesi, şu kısık varlık içinde yokluğun gürültüsü acıma duygusuna benzer bir duyguyla kapladı Adem’in göğüs kafesini. Bir de dönüp amcanın muhabbet dolu simasında beliren iki çift zeytin göz ile buluşunca gözleri, ‘’Yazın kuşlar ne diye kışa göçesi…’’ dedirtti ona  içinden, ipucuna dahi vakıf olmadığı bir yalnızlığın hikayesini çözümlercesine. Ona göre bu amcanın ailesi, bir yürüme mesafesindeki komşunun evine oturmaya diye çıkmamışlardı bu evden.

Evi kendi içiyle katıştırırcasına bir haletiruhiyeyle etrafına bakındığını idrak eden yaşlı amca Adem’in sırtını sıvazlayıp, ‘’Yaracısının duacısına hoş geldin evlat, soframıza hoş geldin. Bu evde bir terki diyar edenlere, bir de yaracılara çokça dua edilir, böylece bir hizmette bulunulur. Belli ki sen de bir terki diyarın yarenisin.’’

Yabancı olduğunu böylesine bir üslup ile unutan Adem, yüzündeki minnet duygusunu kelamına dahil etti: ‘’Hoş bulduk. Ne yalan söyleyeyim, başımı sokabileceğim çatı yok idi. Yabancıyım ben, deniz selamı getirdim size ancak…’’

Yaşlı amca başını sallayıp gülümserken eliyle salonu işaret ederek hanesine bir kez daha buyur etti bu geceki dostunu. Üstünde tek tabak, tek çatal, tek kaşık, tek bardak bulunan yer masasına her aracıdan bir tane daha ekledi, ardından büyükçe bir çorba tenceresi ve bir de kepçeyle yeniden salona iştirak etti. Üstünde adeta Anadolu dumanı tüten çorbayı kaselere, daha iyi görmek için kıstığı gözlerindeki muhabbetle dolduruveren yaşlı amcanın bir davette daha bulunmasının ardından Adem masaya oturdu, sofra bezini de üstüne çekerek amcadan onay almak için başını kaldırdı. Teşekkür etti. Çok merak ettiği yaşam hikayesini talep edince Adem, yemek ardından o hikayeyi dinleyebildi. İsmini de öğrenmiş olması hasebiyle Yaşar amca, yıllar önce Gülizar Hanımefendiyle dünya evine girince, eşinin memleketi Yozgat’a yerleşmiş. Aslen kıyı memleketli Yaşar amcanın ardından, ‘’Hanım köylü, iç güveysi!’’ gibi tahmin edebileceğimiz pek çok sıfata eşlik eden dedikodu peşi sıra gelmiş ancak eşinin belli psikolojik rahatsızlığı hasebiyle, Yaşar amca onu memleketinden ayrı koymaya kıyamamış ve her denilene sağır kesilmiş. Derken eşi vefat etmiş, o yine gidememiş, ardından söylenenler de devam etmiş. Buna katlanmak zorlaştığında, kendi kalbinde yaracı olan herkese duacı olmayı seçtiğini ve bu yolla bu yükü de en aza indirebildiğini nakletti, misafiri Adem’e. Tüm bu hikayeyi, Yaşar amcanın kendi payına seçtiği dua hizmetini, sabır gücünü düşüne taşına, yarına bir hizmetle çıkmaya niyet ederek uyudu yol erimiz.

Adem’in, güneşin diriliş saatinde Yaşar amca ile kahvaltı niyetine içtiği bir bardak çaydan sonra, evin çıkışında gördüğü kahverengi deriyle sarmalanmış su kırbasında fikri kaldı. Su hizmeti düşüverdi içine, susayana su olmaya heves etti ve tam giderken onu emanet alıp alamayacağını sordu yaşlı amcaya. Yaşlı amca yüzünde gülümsemesi, başında onay hareketlenmesi ile alıp uzattı kırbayı Adem’e, ‘’Senin olsun delikanlı.’’

Adem kırbayı bir eliyle alırken, sarılıverdi, evvelsi gün bir sürelik misafirlik teklifini kabul edeceği Yaşar amcaya. Gözünün buğusunu saklamaya çalışmak için kısa bir,‘’Teşekkür ederim.’’in ardından hızla uzaklaşırken ardında, ‘’Akşama erken gel delikanlı!’’ çağrısını bırakıp toprağa yaşını, yaşına toprağı kata kata bir çeşmeye vardı, kırbasını su ile doldurdu. Uzak beldenin bağrında susayan gönüllere yetişmek için su ile dünyayı taşıma hevesinde, kapattı sıkıca kapağını dünyası kaçmasın diye su kırbasının. Gördüğü ilk ilçe merkezi arabasına binip, esnafların güne selam ettikleri kepenkleriyle o da güne açıldı. Hizmetin niyetiyle birlikte kırbasını sırtına atıp susayan bedenlere su ikram etti. Suyun dostluğuna yaklaşmak, bir de ikramda bulunduğu dostunu gönül rızası ile uğurlamak için arada bir dize de çıkardı heybesinden:

‘’Sızıyı gideren su / Suyun sızladığını kimseler bilmez.’’

Ardında gülümseyen yüzler bırakmanın gayet tatmin edici rayihasıyla gününü tamam edip Yaşar amcanın evinin yolunu tuttu Adem. Günler bir süre böyle gidedurdu, hizmet devam etti, Adem mahcubiyetle amcanın evine dönmeye, huzur ile didinmeye devam ederken dermanı ancak iç savaşına, boşluğuna yetmiyordu. Zamanın biraz daha el etmesine ihtiyacı olduğunu bilerek hizmetini aksatmadan yolunu yol ediyordu Adem. O, kahverengi deriyle sarmalanmış kırbasının kabiliyetinde umutlarını, dizelerini ve dahi insanlığı taşıdı. Güneşin diriliş saatinde hazırlıklarını tamamladı, güneşin merhamet saatinde hizmetiyle kuruldu, güneşin rıza saatinde kendini de ardında koyup beklettiği ocağa geri dönmek üzere ayaklandı. Aslında kendini ardında koyup bekletme davranımı belli ki o zamana has değil, evvelden kalma bir alışkanlıktı onda. Yaşar amcanın evine az mesafe kala Adem, aleme hayret ede ede yürür iken küçük bir nehir kenarında bisikletiyle kaygı uyandıracak bir yakınlıkta giden çocuğa tam bağırmaya niyet etmişken çocuk, manevrayı alamayıp nehre düştü. Adem bu endişe verici olayın şahitliğiyle kapıldığı dehşet duygusunu sırtlanıp kırbasını elinden bıraktı, kendi rüzgarını arkasına taktı, hiç düşünmeden nehre daldı. Su içinde bir yandan kaygılarını ardına koyduğu gözleriyle acele acele çocuğu aradı. Bir minik eli gördüğünde heyecanla ona uzanıp kendine çekerken dimağında kendi çocukluğu canlandı. Ardına koyup gittiği, küslüğün baş köşesine yerleştirdiği, o kocaman boşluğu… Minik eli kavrayıp çekerken içinden deva ipinin bir ucunu da yakaladığını tam o an anladı Adem. İç sesinde hareketlenen çocuğu, ‘’Seninleyim, ne olur bekle…’’ yanıtıyla son bir kez ardında bıraktı ve tüm gücünü kolları ve ayaklarına boca edip çocuğu nehir kıyısına ulaştırdı. Ardından kendisi de çıktı. Çocuğun nefesini kontrol etti, nefes alıyordu! Kendisi de derin bir nefes aldı, kırbasıyla birlikte yere bıraktığı ceketi ile çocuğu sarmaladı. Çocuk gözlerini araladı. Bir süre sonra gönül erimiz çocuktan aldığı yol izahıyla onu ocağına teslim ettikten sonra büyük bir minneti eve ekmek götüren babalar refahında taşıyıp Yaşar amcanın evine vardı. Akşam, bir ah mesafesinde bulduğu dermanını anlattı, bilahare vedası ve dualarını teslim etti amcasına. Kaybolma derdine karışmasa, bulunması muhâl bir derman.

Ertesi gün, o evden yepyeni bir çıkış gerçekleşti. Önce çevre, yine çevre, sonra da uzak illerin bağrında susayan gönüllere yetişmek için su ile dünyayı taşıma hevesinde dolanan Adem, kapattı sıkıca kapağını dünyası kaçmasın diye su kırbasının. Kırbasını yine âlemden sırtına aldı; çocukluğunu, özünü sırtından kalbine indirdi. Basit bir bilinç davranımı değildi bu, gelecek bir neslin müstakbel yükünü indirdi. Dağların, denizlerin, göllerin altını kaldırıp ararken bulamadığına kavuştu. Kırbasında dolaştırdığı nefesin, apartmanlar dolanıp da çıkamadığı deva dairesi buydu: Çocuğa bakarken göremediği bir çocuk, cümle emanete giden en güzel yola –hizmete- kararlanırken anımsayamadığı bir öz emanet, dosta koşarken elinin uzanmadığı bir dost. Cevap kendi çocukluğunda gizliydi.

Yollardan sonra Adem o gün, güneşin diriliş saatinde, evladı ırak bir coğrafyada gurbet ile işlediği görevinden eve dönen bir anne gibi sarıldı çocukluğuna

Ve çocukluğa.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.